18. yüzyıl Avrupa burjuvazisinin, bir tarafta İngiltere’de Avam Kamarası vasıtasıyla iktidardan pay aldığı, öbür tarafta başta Fransa gelmek üzere diğer ülkelerinde ise Ancien Régime (Eski Rejim) diye isimlendirilen geleneksel düzeni değiştirmek veya en azından yeniden düzenlemeyi hedeflediği bir yüzyıldır. Yeni bilimin yükselişinin yanı sıra Batı Hristiyanlığında Protestanlığın yükselişi de Aydınlanmanın ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Batı düşünce ve siyasal geçmişinde Aydınlanma ve din arasındaki ilişkinin niteliği meselesi sosyal bilimler alanında önemli bir tartışma konusudur. Aydınlanma veya daha genel bir ifadeyle modernite, din muhalifi bir siyaset ve felsefe olarak görülmüştür. Aydınlanma 17. asır Avrupa düşüncesinde insanın din ve gelenekleri terk ederek kendi aklı vasıtasıyla hayatı idrak ve yorumlama gayretini işaret eden bir kavram şeklinde doğmuştur. Aydınlanmanın din-karşıtı olduğu şeklindeki görüşler büyük ölçüde Fransız deneyiminden çıkarılmıştır ve bahse konu yaklaşım Aydınlanmayı yekpare bir hareket şeklinde görür. Ancak 18. asırda İngiltere, İskoçya, Almanya, İsviçre, Avusturya ve İtalya’da temel olarak görülen Hristiyan Aydınlanmasıdır. Başta Kant gelmek üzere, tüm Aydınlanma filozofları, gerçek aydınlanmanın, bireysel, sosyal ve politik yaşamın problemlerine, vahye ve imanın sınırlarına başvurmadan, aklı ve felsefi yöntemlere müracaat ederek çözüm bulmakla söz konusu olabileceğini, bu şekilde mistisizmin karanlığı ve dogmatizmin yanlış ve koyu ışığının aksine, aklın ışığına yönelinebileceğini dile getirir. Böylece önceki herhangi bir devrin aydınlarından daha fazla, Aydınlanmacılar, aklın evreni kavrayabileceği ve evrenin insan ihtiyaçlarına boyun eğeceği düşüncesine sıkı bir şekilde yöneldiler. Aydınlanma, bir düşünceler yumağı olarak nitelendirilebilir; hatta söz konusu yumakta ipler birbirine dolanmıştır ve karmakarışıktır. Filozoflar, ele aldıkları çeşitli meseleler açısından hem kendi aralarında hem bazen kendi içlerinde karşıtlıklar ortaya koyarak çelişkili fikirler sergilemiştir.
The 18th century is a century when the European bourgeoisie, on the one hand, got a share of the power through the House of Commons in England, and on the other, aimed to change or at least reorganize the traditional order called Ancien Régime (Old Regime) in other countries, especially in France. In addition to the rise of new science, the rise of Protestantism in Western Christianity was also influential in the emergence of the Enlightenment. The issue of the nature of the relationship between the Enlightenment and religion in Western thought and political history is an important debate in the field of social sciences. Enlightenment, or more generally modernity, was seen as an anti-religious politics and philosophy. Enlightenment was born in the 17th century European thought as a concept that indicates the effort of man to comprehend and interpret life through his own mind, leaving religion and traditions. Views that the Enlightenment was anti-religious are largely drawn from the French experience, and this approach sees the Enlightenment as a monolithic movement. However, in the 18th century it was the Christian Enlightenment that was seen as fundamental in England, Scotland, Germany, Switzerland, Austria and Italy. All Enlightenment philosophers, especially Kant, stated that real enlightenment could be possible by finding solutions to the problems of individual, social and political life by resorting to rational and philosophical methods without resorting to the limits of revelation and faith, in this way, contrary to the darkness of mysticism and the false and dark light of dogmatism, states that one can turn to the light of the mind. Thus, more than the intellectuals of any previous era, the Enlightenment held firm to the idea that reason could comprehend the universe and that the universe would be submissive to human needs. Enlightenment can be described as a ball of thoughts; even in the ball in question, the threads are entangled and tangled. Philosophers have exhibited contradictory ideas, both among themselves and sometimes within themselves, in terms of the various issues they deal with.